Nazan Çinko’ya kahramanlarını ve öykücülüğünü sorduk

Okuyucularınıza öykülerinizin çıkış hikâyelerini anlatır mısınız?

O öyküleri yazıyor olmak ne kadar kolaysa çıkış hikâyelerini yazmak o kadar zor. İnsan, çevresindekileri veya kafasının içinde kurguladıklarını yazıya kolayca döküyor da “nasıl yazdınız?” sorusunda kendisini anlatması gerekince tökezliyor.  Yine de anlatmaya çalışayım. Hiçbir öykümü, dur bir dakika, şimdi şu konuda bir öykü yaz bakalım, tavrıyla yazmadım. Ne zaman kâğıdın başına bir şeyler yazmak için otursam yazamamışımdır. İstemem gerekir, bir şey dürter;  o zaman çıkar ortaya hikâyeler. Gerçekten ilham perileri var mı acaba doğada? Bu değil tabii ki. Okuduklarım, seyrettiklerim, toplumsal olaylar, çevremde yaşananlar…  O kadar çok tetikleyici var ki. Hele ki bizim içinde bulunduğumuz zamanda ve toplumda. Örneğin Süt Evi öyküsü yaşadığım şehirdeki tarihi bir mekânı anlatma isteğinden doğdu. Savaşçı, babaannemin anlattığı Kafkasya’dan geliş hikâyesi. Bebe Yakalı Kadınlar, bir türlü bitmek bilmeyen kadın şiddetine duyduğum içselleştirme… Hepsi farklı bir kaynaktan doğmuş görüldüğü gibi…

Yazarken, karakterleri oluştururken hangi kriterleri ön planda tuttunuz, temel meseleniz neydi?

Çok uzun süredir yazıyordum ve elimde çok öykü birikmişti. Ne kadar farkında olsam da bir dosya oluşturma fikri ortaya çıktığında meselem de meydandaydı artık. Kadınlar ve çevre konuları hassas noktamdı. Nasıl olmasın ki? Biz ikisini de katlediyorduk. Gözümü kapatamazdım, kulağımı tıkayamazdım. Şarkısını söylemeyi unutmuştu benim kadınlarım. Kimisi küçük yaşta evlendirilmiş, kimisi göçe zorlanmış, kimisi şiddet görmüş… Farklı zamanlardan, farklı yollardan, farklı mekânlardan gelip aynı noktada buluştular. Tünelin ucunu bulmaya çalıştılar. Kriterleri aynıydı. İnsanca yaşamaktı. .

Öykülerinizi okuyanlar, başka roman ya da öykülere gönderme olduğunu söylüyor ve bu metinler arasılığı övüyorlar. Bunu bilinçli mi yaptınız yoksa öykücü sezgisi mi dersiniz?

İçselleştirdiğim yazarlar var, onların romanları, öyküleri. Örneğin, Ferit Edgü’nün  “O” romanını her okuduğumda- dönüp dönüp okurum- bir öykü yazabilirim. Alın Yazısı, bunlardan biridir. Oradaki öğretmen Edgü’nün Hakkâri’deki öğretmenidir. Teknik olarak metinler arası olsun diye değil, tamamen duygusal bir akışta kullanılmıştır. Abbas Kiyarüstemi’nin Kiraz Zamanı filmi de bu şekilde.  Defalarca seyredebilirim. “Bahçedeki Dut Ağacı” buna örnektir. Filmdeki bir konuşma metnini bu öyküye epigraf olarak kullandım.

Öyküleriniz ana metaforlar üzerine kurgulanmış, bir tanesinin duygusunu bizimle paylaşır mısınız?

Dolaylı anlatıma bayılıyorum. O yüzden anlatım şeklim biraz kapalı oluyor. Sonucunda da metaforlar, benzetmeler, semboller giriyor devreye. Günlük hayatımız da böyle değil mi aslında. Dilimiz bu kavramlarla zenginleşmiş. Atasözleri, deyimler, mecazlar renk katıyor yaşama.

Ayrıntılı incelemelere girince Karanlıktaki Kanat Sesleri öyküsündeki metaforlar, semboller dikkat çekiyor. Mağara anne rahmi, bizi koruyan, sığınmak istediğimiz yer olarak kullanılmış. Aynı zamanda aydınlanmanın ve değişimin mekânı. -Hz. Muhammed’e ayetler bir mağarada inmiştir- Yılan, başı ezilecek kadındır. Yarasa ise karanlıklardaki yaşamın ve yön bulmanın simgesi olmuş öyküde.

Okurlardan aldığınız tepkileri paylaşır mısınız?

Her türlü tepki çok mutlu ediyor. Çünkü okunduğunu biliyorum o zaman. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? Güzel sözlere müteşekkir oluyorum. Olumsuz eleştirilerde heyecanlanıyorum.  Geri dönüşlere bakılırsa kitabın teması “hüzün” olmuş sanki. Bundan şikâyetçi değilim ama. O kadınların- insanların-  hüznünü hepimiz duyabilirsek anlamlı. Bir başkasını anlayabilmek için onun acısını hissetmemiz gerekir, diye düşünüyorum. Biraz olsun irkilme yarattıysam ne mutlu bana.