Yasemin Seven Erangin ile Sanatı ve Öykücülüğü Üzerine bir Söyleşi

Hatice Akalın: Yasemin Hanım öncelikle merhabalar, söyleşi teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Biliyoruz ki siz televizyon sektöründe çalışıyorsunuz, bunun yanında iki öykü kitabınız var. Ben de bugün söyleşimizde size hem yönetmenliğinize hem de yazarlığınıza dair sorular sormak, sizi daha yakından tanımak istiyorum.

İlk sorumuzla başlayalım o zaman, 2014 yılında AltıKırkBeş Yayınlarından çıkan Annemin Son Dört Günü ve 2022 yılında Vizyoner Yayınlarından çıkan Delikli Tencereler De İsyan Eder isimli iki öykü kitabınız var. Bu iki kitap arasında Yasemin’de neler değişti? Bunu biraz açıklar mısınız?

Yasemin Seven Erganin: Değişimin çok temel ve gerekli olduğunu düşünenlerdenim, hatta insanın değişmemesi çok tuhaf gelir bana. Bakışın, duruşun, yürüyüşün değişmez ama perspektifin, fikrin, hissin değişir. Böyle düşünüp de değişmemek mümkün olmuyor. İlk kitabım, benim kendimi dönüştürmek için attığım ilk adımdı. Hayallerimin vücut bulmuş hali ama sonra anladım ki o hayaller içinde kocaman acemilikler var. İnsan önce en doğrusu, en iyisi, en temizi sanıyor yazdıklarını ama sonra yazdığı metni okurken, aman allahım ben ne yazmışım diyor. İşte bunun temel sebebi genişlemek, büyümek, evrilmek ve daha fazla okumak. İkinci kitabım ise eksik taraflarımı gördüğüm, tamamlamak için daha büyük adımlar attığım sakin bir  başlangıç. İki kitap ve iki Yasemin arasında çok fark var. Farkları sıralamaya gerek yok ama en temelde sakinleşmek var. Hayallerin, hayatın sakinleşmesi. Dingin bir ruh hali, coşkunun ta kendisi diye düşünüyorum. Dinginlik içinde olmayan coşku. yazın için tehlikeli. Kısaca diyebilirim ki Yasemin’in diğer farkları bu temel üzerine kurulu.

HA: Bir söyleşinizde ilk kitabınız Annemin Son Dört Günü için “O kitap benim kusma kitabımdı” demiştiniz. Niçin bu kitabınızı tarif ederken kusma imgesini kullanmayı tercih ettiniz?

YE: Kusmadan kastım ruhumdaki zehri atmaktı. Bu hâl, yazın için çok olasılıklı bir durum bence. Beni zehirleyenin okuyucuya panzehir olması tarafı ise edebiyatın şifası. Ama bu şifa sadece okuyucuya ait, aksine yazarı zehirliyor. Evet, ilk kitabım için bunu söyledim ama bunu söylerken biliyordum ki diğer kitaplarımda bu kusma hâli kendini değiştirdi, dönüştürdü.

Ben o kitaba, kurgusu, duygusu, dokusu, hikâyeleri, her şeyi ile kalbimin, aklımın, yolumun fazlalıklarını bıraktım ve bunun olumsuz bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bana fazla gelenden ayrıldığım anda aydınlanma yaşadım ama şunu da belirtmek isterim bana fazla gelenler okuyucuya tam gelebilir. Bu yüzden az önce zehir/ panzehir benzetmesi yaptım, neyin kime şifa olacağını yazmadan/okumadan bilemeyiz.

HA: Öykülerinizde kadın karakterlere önem verdiğinizi biliyorum. Siz kendinizi bir öykü karakteri olarak resmedecek olsanız nasıl tarif ederdiniz?

YE: Kadın olduğumdan değil ama bu ülkede en fazla yükü biz taşıdığımız için kadın karakterler benim için biraz daha kıymetli dersem doğru olur. Dünyaya bir insan getiriyorsunuz ama tek başınıza değil. Buna rağmen, yapıp yapmadıkları, sevip sevmedikleri, huyları, bakış açıları tümüyle sizden soruluyor. Çocuğun bakımının tamamı da sizin omuzlarınızda. Henüz saymadığım ev işleri, akraba ilişkileri organizasyonu, çamaşır, yemek ve çalışma hayatı var. Ben de diğer tüm kadınlar gibi tüm bu yükün insani olmadığını düşünüyorum. Kaygılarımız bizi tek sorumlu yapmaz, kadının hassasiyeti tam da bu noktada fazlası ile sömürülüyor.

Her zaman edilgen tarafta gösterilmemize rağmen aslında hep aktif taraftayız ve bunu kıymeti bilinmiyor. Doğuran, bakan, yediren, içiren, öğreten olarak sınıflandırılan ve üzerine bu kadar acı çeken başka bir cinsiyet var mı? Sanmam. İşte bu sebepten kadınların benim öykülerimdeki yeri çok farklı, ama bu kadın olduğum için değil, tüm bunları normalize etmediğim için. Yazarın içinde olmadığı bir metin bilmiyorum, yazdığım her karakterde ben varım. Çoğu karakterimde ben gizliyim zaten, insanın kendi deneyimleri, hissettikleri üzerinden çıkılan yolda parça parça kendini anlatmaması pek mümkün değil. O sebeple kendimi nasıl resmedeceğime dair tüm fikri karakterlerimde bulmak mümkün.

HA: Bir öyküyü yazmaya sizi iten şey nedir, size göre bir öykü nasıl kendini yazdırır?

YE: Beni öykü yazmaya iten his konuşamadıklarımdı, hâlâ öyle. Burada, yaşadığım travmaları, gözlemlerimi, hislerimi yeterince anlatamamayı kastediyorum, yazarken daha hürüm. Diğer türlüsü boğazımda düğüm.

Çok sosyal bir çocuktum, hâlâ da öyleyim. Rahat, konuşkan, girişken ama anlatamadığı çok şey olan. Beni öyküye hatta yazıya iten sebep buydu. Ben küçücük imgelerden yola çıkıp, onu yazıyorum ve gün geçtikçe karakterler, olaylar yerleştiriyorum içine. Sonra o öyküyü serbest bırakıyorum. Yazmaya başlamadan önce okuduğum yazar söyleşilerinin bazılarında “Karakter ve olaylar kendini yazıyor,” dediklerinde çok büyülenirdim. Yazmaya, daha çok yazmaya başlayınca hepsinin bir yerde biriktiğini, derinde bir yerde kendini oluşturduklarını hatta durmadan anlattıklarını fark ettim. Öykü, işte o noktada özgürleşiyor ve kalemle birlikte rahatlıkla akıyor.

HA: Biliyoruz ki iyi bir yazar olmanın yolu iyi bir okur olmaktan geçiyor. Sizi besleyen yazarlar kimlerdir ve o yazarların hangi açılardan sizde iz bıraktığını okurlarımız için açıklar mısınız?

YE: Son dönemlerde benim gibi yeni yazarlar okumayı seçiyorum. Onların öyküleri fazlası ile dikkatimi çekiyor. İlk kitabında kim ne kusmuş merak ediyorum. 🙂 Okumanın yazmaktan daha mühim olduğunu düşünüyorum. Çocukken babamın ve dedemin teşvik etmesi ile ansiklopedi okumaya bayılırdım sonra fark ettim ki öğrenmenin en nitelikli ve temel yolu hayatın içinden geçiyor. O hayatları da kurgu kitaplarda buldum. Balzac, Gogol, Kafka, Turgenyev okuyarak gerçek anlamda okumayı, edebiyatın derin ve karanlık tarafını keşfettim. Kafka ve Balzac benim yazın hayatımda çok etkili oldu; çünkü gerçek, derin, çok boyutlu ve çarpıcıydılar. Duygular ile hayat arasındaki denklemleri – ki bu denklemlerin çoğu yitirilmiş denklemlerdir- onlardan öğrendim.

HA: Sinema ve edebiyatın birbirini besleyen iki sanat dalı olduğunu düşünüyorum. Yönetmenlik yaptığınızı, ayrıca film incelemeleri de kaleme aldığınızı biliyoruz. Peki yönetmenliğinizin ya da geniş manada sinemaya olan tutkunuzun, yazarlığınıza ne gibi bir etkisi var?

YE: Sinema televizyon bölümünden mezun olduğumda, memleketten buraya maddi anlamda çok destek almadan geldim. Rahmetli Özer Kızıltan’ın dizi setinde makyöz asistanı olarak başladıktan bir gün sonra rejiye geçtim. İlk iş deneyimimdi ve İstanbul şartları çok zordu. Çalıştığım diziler birkaç bölüm sonra bitiyordu. Reyting kaygısı vardı elbette, sonra kurumsal kanallarda çalışmaya başladım. Set koşulları oldukça zordu ki hala çok zor. Sinema, sınıfsal bir meslek; yalnız yaşayan, maddi olanakları sınırlı olanlar için zor. İş bulması ayrı, yaşaması ayrı, çalışması ayrı sorun ama aynı zamanda çok çok keyifli elbette. Televizyon sektörü de çok farklı değil fakat en azından eve gidebiliyorsunuz. Sinema alanında çok çalışmadım ama sinema hayatım boyunca benim tutkundu, hâlâ öyle. Çok okurum, çok yorum yaparım, çok zor bir izleyiciyim. Kolay beğenemem ama hak da yemem 🙂 Edebiyat bir çok daldan beslenen bir disiplin. ancak ben sinemanın edebiyattan daha fazla faydalandığını düşüyorum. Hikaye her şeydir, hikayesi temiz olmayan bir filmin toparlanması zordur ancak iyi hikâyesi olan bir filmi her türlü toparlarsın.

HA: Yazılarınızı kaleme alırken mutlaka uyarım ya da asla yapmam dediğiniz ritüelleriniz var mı?

YE: Böyle bir ritüelim yok ama mutlaka ses istiyorum kulağımda, beni metinden uzaklaştırıp metne yabancılaşmamı sağlıyor ve bu bana iyi geliyor yazarken.

HA: Yazarlığınızın yanı sıra Mahal Edebiyat’ın yönetici kadrosunda da yer aldığınızı biliyoruz. Biraz Mahal’den ve bu derginin sizin için ne ifade ettiğinden bahseder misiniz?

YE: Mahal Edebiyat benim kıymetlim, zor  zamanlardan geçtiğim bir dönemde tanıştım Mahal ile. Yaklaşık bir buçuk yıldır ekip arkadaşlarımla çok güzel işlere imza atıyoruz ve yeni projelerimiz var. En koyu, karanlık zamanlardan sizi bir insan çıkaramaz ama metniniz için söylenen bir söz çıkarır. Bu söz iyi de kötü de olsa fark etmez. Biri sizi motive eder diğeri sizi daha iyi yazmaya iter, Mahal bu anlamda bana çok destek oldu. Sevgili editörüm ve ekip arkadaşım Onur Özkoparan’ın delici eleştirileri kimi zaman  üzerime yumruk gibi inse de çok iyi geldi, geliyor bana. Mahal, edebiyat tutkularımın resmi gibi. Hepsine sonsuz saygı ve sevgiler.

HA: Sorularımı cevapladığınız için teşekkür ederim Yasemin Hanım, vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Kendinize iyi bakın.

YE: Asıl ben bu değerli söyleşi içi çok teşekkür ederim. Sevgiyle kalın.

Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.