Hişt Hişt! Duyan Var mı?

Orijinal fiyat: 124.00₺.Şu andaki fiyat: 93.00₺.

“Tersine döne döne yok olacak Dünya. Her şey son bulacak. Şimdilerde kimse farkında değil bu garipliğin, yalnız ben…”

Yazar Hakkında

1973 Kars Susuz doğumludur. Trakya Üniversitesi Radyoloji Bölümü mezunu olup uzun yıllar kamuda çalıştıktan sonra 2017’de emekli olmuştur. Çeşitli yazım atölyelerine gitmiştir. Öyküleri birçok dergide yer almıştır. Yazım yolculuğuna, KDY’den çıkan “Gök Gürültüsü” romanı, Luna Yayınlarından çıkan ikinci romanı “Neden Kulağını Kestin Vincent” eşlik etmiştir. Yazar, Edebiyat Gazetesi’nde inceleme yazıları ile yazmaya devam ediyor. Evli ve iki çocuk annesidir.

“Tersine döne döne yok olacak Dünya. Her şey son bulacak. Şimdilerde kimse farkında değil bu garipliğin, yalnız ben…”

 Terk ettiğim boyutlardan birinden beni ziyarete gelmişler. Oysa oradan çıkarken kapısını kilitleyip anahtarını derin sulara fırlatmıştım.

Ben böyleyim: Dostları, yoldaşları ve anılarıyla geçmişi, geçmişte bırakır yoluma devam ederim. Buldular beni, kaçamadım. Çalıştığım yeri öğrenmişler. Şimdi mecburen geçmişin bulanık sularında bir süre yüzmem gerekecek. İnsan hafızasının kilidini açmayınca, güneşin doğudan doğup batıdan battığını, insanların önce doğup sonra öldüklerini, önce genç sonra yaşlı olduklarını, ileriye doğru yürünmesi gerektiğini unuturlar. Dünya tersine dönmeye başlar. Sıradanlaşmış bir olayın tekrarı, acımasızlığın ete kemiğe bürünüp karşımıza dikilmesi ya da bir an, bir olay, bir ses, bir yüz o kilidin açılmasına ve geçmişle hesaplaşmamıza hatta tutunduğumuz ne varsa vazgeçmemize neden olabilir.

Bir otobüsün tutamacını bırakıp ilk durakta inip yürümeye karar verebiliriz mesela.

Gülcan Aksoy’un öykü karakterleri de hafızalarının kilitlerinin açıldığı o anlardan sesleniyor okurlarına. Yazarın katmanlı kurgularla ördüğü olay örgülerinde seslerini duyurmaya çalışan, geçmişiyle hesaplaşan öykü karakterlerine Gregor Samsa, Oliver Twist, Olric gibi kurgusal karakterler ses ve nefes oluyor zaman zaman.

Anlıyorum, ben bir böceğim, sizin yanınızda dönüştüm böceğe, bilincimde hiçbir değişiklik olmadığı için bunun farkında değilim. Bu kabinde siz kendinizin yalnız olduğunu düşünüyorsunuz.

Beni görmüyorsunuz, eğilin, başınızı aşağı çevirin ben buradayım.

 

Sayfa Sayısı: 104

Ebat: 12,5×19,5 cm

Ağırlık: 68 gr.

ISBN: 978-625-8309-74-4

Basım Yılı: 2023

Değerlendirmeler

Henüz değerlendirme yapılmadı.

“Hişt Hişt! Duyan Var mı?” için yorum yapan ilk kişi siz olun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizim bildiğimizin, tanıdığımızın ötesinde Gülcan Aksoy’un edebiyatla bağınızın tohumları ilk nerede atıldı? Kökleri nereden geliyor?

Okumayı yazmayı bilmezdim, televizyonumuz da yoktu ama öyle ilginç âlemlerde gezerdim ki bugün buna şaşıyorum. Gece yorganı başıma çektiğim anda bambaşka bir dünyaya adım atardım. Hayalperest dedikleri benim…

Ama yazma işinin tohumlarını gönül tarlama bir arkadaşım ekti. Kendisi bundan habersiz tabii, bunu ona söyleme şansını henüz bulamadım. Röntgen teknisyeni olarak, on dokuz yaşında işe başladığım Eyüp SSK Hastanesinin hemşire lojmanını paylaştığım o arkadaşım, ajandadan günlüğüme göz atıp “Sen yazmalısın,” demişti.  İşte o tohum orada, gönlümde çok uzun süre filizlenmeyi bekleyip durdu.

Bir keşkem var; o tohumun filizlenmesi için uygun koşulların kendiliğinden oluşmasını beklemek yerine keşke o koşulları ben oluşturmaya çabalasaydım.

Kendi hâlinde bir okur olmanın yetmediği, anlatma arzusunun her şeye galebe çaldığı o an bir çeşit kırılma, bir tür çözülme aslında. Bundan sonrası, derdinizi hangi yolla aktarmak istediğinizle alakalı oluyor. Anlatacaklarınızın rengi, dokusu, duygusu sizi edebiyatın çeşitli türlerine buyur ediyor. Buradan hareketle, öykü türünde yazmaya nasıl karar verdiğinizi, diğer deyişle, öykücülük serüveninizi merak ediyoruz.

Öykü okumayı hep sevmişimdir.  Ama ciddi olarak yazdığım ilk şey bir dizi senaryosuydu; kimsenin okumadığı, adrese ulaşmayan. Onca zaman ve emeğimin kimsenin umurunda olmaması büyük bir hayal kırıklığı yaşamama sebep oldu. Sonra tesadüfen, o zamanlar öykü atölyeleri bu kadar yaygın değildi, Hakan Akdoğan’ın öykü atölyesine başladım. Öykü yazmanın keyfini, tarifsiz heyecanını tatmıştım artık. On altı yıldır da devam ediyorum. Bu zaman zarfında edebiyatla arama kara kedinin girdiği, okumak bile istemediğim bir dönem yaşadım. Şimdi buradayım, edebiyatla el ele tutuşmuş yürüyoruz. Yol bizi nereye götürecek bilmiyorum ama onun elini bir daha bırakmayacağımı biliyorum.

Edebi metinlerde dil, karakter ve kurgu birlikte yol alsa bile, bazen biri diğerinin önüne geçebiliyor. Bu açıdan baktığımızda bu üç olgudan hangisidir öykülerinizde sizin için öncelikli olan? Bu üç unsuru birbirinden ayırmak mümkün müdür?

Üçü de çok önemli tabii. Kurgu karakterden bağımsız düşünülemez bence, ikisi iç içedir ve yazının iskeletini oluştururlar. Kafanızda bunları netleştirdiğinizde sıra nasıl anlatmalıyıma geliyor, yani o iskeletin ete bürünmesine. İşte o zaman dil devreye giriyor. Yani sizin imzanız. Farkınızı dili kullanım şeklinizle, anlatım tekniğinizle ortaya koyuyorsunuz.

Yazarların aynı zamanda “geleceğe mektuplar yazan” kişiler olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, geleceğin düşünce dünyasına sizin kitaplarınızın nasıl bir katkısı olacağını düşünüyorsunuz ve bu bilinçle mi yazmaya çalışırsınız?

İki roman ve yüzlerce öykü yazdım ama hiçbir zaman geleceği düşünerek yazmadım. Anlatmak istediğim şeye odaklandım. Anlaşılmak isteği ile yazıyorum.

Üzülerek, çok üzülerek; insanın özünün hiç değişmediğini, değişmeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle yüzlerce yıl önce yazılmış iyi eserler güncelliklerini hâlâ koruyor.

Gelecek öyle bir yer olsun ki insanlar bugün yazdıklarımızı, okuduklarımızı gördüklerinde inanamasınlar.

“Nasıl yani? Ten renkleri, dilleri, dinleri farklı olduğu için aşağılanan, köle olarak kullanılan, öldürülen insanlar mı varmış?

“Nasıl yani? Birilerinin karnı tıka basa doluyken birileri aç mı yatıyormuş?”

“Nasıl yani? Kadınlar aşağılanıyor ve erkeklerden şiddet mi görüyorlarmış?”

“Nasıl yani? İnsanlar birbirlerini öldürmek için silahlar mı yapıyormuş?”

Gelecek böyle olacaksa geleceğe kalmasam da olur.

Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?

“İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu?” Çoğu insanın kestirmeden, “Tabii ki olmaz,” diyeceği bu soru kafamı çok kurcalıyor.

Öncelikle “Neden okuyoruz?” sorusunun yanıtını vermek gerekir. Benim yanıtım, “Yazmak için değil.” olur.

Yıllar önce bir festival kapsamında katıldığım atölyede derslerden birini sevgili İzzet Günay vermişti. Bulunduğumuz dersliğin kapısından girmiş hiç konuşmadan tahtaya yürümüş, “Ne kadar okuduğunuz değil ne okuduğunuz önemli.” yazmıştı.  O zamanlar daha gençtim, tabii ki ne demek istediğini anlamıştım ama bugün daha iyi anlıyorum. Bugüne kadar milyarlarca kitap yazılmış ve her gün de üstüne yüzlercesi ekleniyor. Bir insan ömrü tüm bu kitapları okumak için çok kısa. Bu nedenle nitelikli okuma yapmak önemli.

Nitelikli her okuma insanın kendi yüreğine bakmasına, derin sulara korkusuzca adımlar atmasına vesile olur. Okudukça adımlarınız sıklaşır, derinlikler koyulaşır. Aslında insan olmaya yaklaşırız, ideal insan olmaya yani. “Vurun kahpeye!” dendiğini duyduğumuzda sopamızı alıp koşmayız. “Neden?” diye sorarız. Vurulana siper olmaya kadar gideriz. Kanmayız, kandırmayı düşünmeyiz. Merhamet ve vicdana yüreğimizde daha çok yer açarız.

Bunun yanında okumak sorgulamanıza neden olur. Sorgulamak da size dert verir, huzurunuzu kaçırır, kapı komşunuz mutluluk uzaklara taşınır. Bunlar birikir. Biriktikçe taşar ve anlatmak ihtiyacı duyarsınız.  Bu çeşitli şekillerde olabileceği gibi bazen de yazarak olur. İşte bu durumda yazmak için okumazsınız okuduğunuz için yazarsınız.

Ama yazmak için ille de okumak şart değil diyorum ben. İnsanın doğduğu coğrafya, doğduğu ev daha en başından hayatı sorgulatıyorsa, dert, huzursuzluk ve mutsuzluk doluysa, yazılmış milyarlarca sayfa sözcüğü o bizzat yaşamışsa okumasına gerek kalmadan da yazar, çizer söyler. Suyolunu bulur. Öyle olmasaydı Âşık Veysel olmazdı.

Ben de okuyorum ve okumamın yazma serüvenime farkında bile olmadığım, inkâr edilemez katkıları olmuştur. Sait Faik okumayı hep sevmişimdir. Ezbere bildiğim Çehov öyküleri var.

Bunları da sevebilirsin