Bizim bildiğimizin, tanıdığımızın ötesinde Gülcan Aksoy’un edebiyatla bağınızın tohumları ilk nerede atıldı? Kökleri nereden geliyor?
Okumayı yazmayı bilmezdim, televizyonumuz da yoktu ama öyle ilginç âlemlerde gezerdim ki bugün buna şaşıyorum. Gece yorganı başıma çektiğim anda bambaşka bir dünyaya adım atardım. Hayalperest dedikleri benim…
Ama yazma işinin tohumlarını gönül tarlama bir arkadaşım ekti. Kendisi bundan habersiz tabii, bunu ona söyleme şansını henüz bulamadım. Röntgen teknisyeni olarak, on dokuz yaşında işe başladığım Eyüp SSK Hastanesinin hemşire lojmanını paylaştığım o arkadaşım, ajandadan günlüğüme göz atıp “Sen yazmalısın,” demişti. İşte o tohum orada, gönlümde çok uzun süre filizlenmeyi bekleyip durdu.
Bir keşkem var; o tohumun filizlenmesi için uygun koşulların kendiliğinden oluşmasını beklemek yerine keşke o koşulları ben oluşturmaya çabalasaydım.
Kendi hâlinde bir okur olmanın yetmediği, anlatma arzusunun her şeye galebe çaldığı o an bir çeşit kırılma, bir tür çözülme aslında. Bundan sonrası, derdinizi hangi yolla aktarmak istediğinizle alakalı oluyor. Anlatacaklarınızın rengi, dokusu, duygusu sizi edebiyatın çeşitli türlerine buyur ediyor. Buradan hareketle, öykü türünde yazmaya nasıl karar verdiğinizi, diğer deyişle, öykücülük serüveninizi merak ediyoruz.
Öykü okumayı hep sevmişimdir. Ama ciddi olarak yazdığım ilk şey bir dizi senaryosuydu; kimsenin okumadığı, adrese ulaşmayan. Onca zaman ve emeğimin kimsenin umurunda olmaması büyük bir hayal kırıklığı yaşamama sebep oldu. Sonra tesadüfen, o zamanlar öykü atölyeleri bu kadar yaygın değildi, Hakan Akdoğan’ın öykü atölyesine başladım. Öykü yazmanın keyfini, tarifsiz heyecanını tatmıştım artık. On altı yıldır da devam ediyorum. Bu zaman zarfında edebiyatla arama kara kedinin girdiği, okumak bile istemediğim bir dönem yaşadım. Şimdi buradayım, edebiyatla el ele tutuşmuş yürüyoruz. Yol bizi nereye götürecek bilmiyorum ama onun elini bir daha bırakmayacağımı biliyorum.
Edebi metinlerde dil, karakter ve kurgu birlikte yol alsa bile, bazen biri diğerinin önüne geçebiliyor. Bu açıdan baktığımızda bu üç olgudan hangisidir öykülerinizde sizin için öncelikli olan? Bu üç unsuru birbirinden ayırmak mümkün müdür?
Üçü de çok önemli tabii. Kurgu karakterden bağımsız düşünülemez bence, ikisi iç içedir ve yazının iskeletini oluştururlar. Kafanızda bunları netleştirdiğinizde sıra nasıl anlatmalıyıma geliyor, yani o iskeletin ete bürünmesine. İşte o zaman dil devreye giriyor. Yani sizin imzanız. Farkınızı dili kullanım şeklinizle, anlatım tekniğinizle ortaya koyuyorsunuz.
Yazarların aynı zamanda “geleceğe mektuplar yazan” kişiler olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan baktığımızda, geleceğin düşünce dünyasına sizin kitaplarınızın nasıl bir katkısı olacağını düşünüyorsunuz ve bu bilinçle mi yazmaya çalışırsınız?
İki roman ve yüzlerce öykü yazdım ama hiçbir zaman geleceği düşünerek yazmadım. Anlatmak istediğim şeye odaklandım. Anlaşılmak isteği ile yazıyorum.
Üzülerek, çok üzülerek; insanın özünün hiç değişmediğini, değişmeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle yüzlerce yıl önce yazılmış iyi eserler güncelliklerini hâlâ koruyor.
Gelecek öyle bir yer olsun ki insanlar bugün yazdıklarımızı, okuduklarımızı gördüklerinde inanamasınlar.
“Nasıl yani? Ten renkleri, dilleri, dinleri farklı olduğu için aşağılanan, köle olarak kullanılan, öldürülen insanlar mı varmış?
“Nasıl yani? Birilerinin karnı tıka basa doluyken birileri aç mı yatıyormuş?”
“Nasıl yani? Kadınlar aşağılanıyor ve erkeklerden şiddet mi görüyorlarmış?”
“Nasıl yani? İnsanlar birbirlerini öldürmek için silahlar mı yapıyormuş?”
Gelecek böyle olacaksa geleceğe kalmasam da olur.
Peki, sizce iyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu? Her yazarın etkilendiği, biçemini, anlatım tarzını, kullandığı yöntemleri benimsediği isimler vardır. Ve ben her yazarın tek bir dünya görüşünü benimseyen değil de her görüşten yazarı okuması, bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu çeşitliliğin yazma serüveninde nasıl bir etkisi olur? Size yoldaşlık yapan yazarlar kimler oldu?
“İyi bir okur olmadan iyi bir yazar olunur mu?” Çoğu insanın kestirmeden, “Tabii ki olmaz,” diyeceği bu soru kafamı çok kurcalıyor.
Öncelikle “Neden okuyoruz?” sorusunun yanıtını vermek gerekir. Benim yanıtım, “Yazmak için değil.” olur.
Yıllar önce bir festival kapsamında katıldığım atölyede derslerden birini sevgili İzzet Günay vermişti. Bulunduğumuz dersliğin kapısından girmiş hiç konuşmadan tahtaya yürümüş, “Ne kadar okuduğunuz değil ne okuduğunuz önemli.” yazmıştı. O zamanlar daha gençtim, tabii ki ne demek istediğini anlamıştım ama bugün daha iyi anlıyorum. Bugüne kadar milyarlarca kitap yazılmış ve her gün de üstüne yüzlercesi ekleniyor. Bir insan ömrü tüm bu kitapları okumak için çok kısa. Bu nedenle nitelikli okuma yapmak önemli.
Nitelikli her okuma insanın kendi yüreğine bakmasına, derin sulara korkusuzca adımlar atmasına vesile olur. Okudukça adımlarınız sıklaşır, derinlikler koyulaşır. Aslında insan olmaya yaklaşırız, ideal insan olmaya yani. “Vurun kahpeye!” dendiğini duyduğumuzda sopamızı alıp koşmayız. “Neden?” diye sorarız. Vurulana siper olmaya kadar gideriz. Kanmayız, kandırmayı düşünmeyiz. Merhamet ve vicdana yüreğimizde daha çok yer açarız.
Bunun yanında okumak sorgulamanıza neden olur. Sorgulamak da size dert verir, huzurunuzu kaçırır, kapı komşunuz mutluluk uzaklara taşınır. Bunlar birikir. Biriktikçe taşar ve anlatmak ihtiyacı duyarsınız. Bu çeşitli şekillerde olabileceği gibi bazen de yazarak olur. İşte bu durumda yazmak için okumazsınız okuduğunuz için yazarsınız.
Ama yazmak için ille de okumak şart değil diyorum ben. İnsanın doğduğu coğrafya, doğduğu ev daha en başından hayatı sorgulatıyorsa, dert, huzursuzluk ve mutsuzluk doluysa, yazılmış milyarlarca sayfa sözcüğü o bizzat yaşamışsa okumasına gerek kalmadan da yazar, çizer söyler. Suyolunu bulur. Öyle olmasaydı Âşık Veysel olmazdı.
Ben de okuyorum ve okumamın yazma serüvenime farkında bile olmadığım, inkâr edilemez katkıları olmuştur. Sait Faik okumayı hep sevmişimdir. Ezbere bildiğim Çehov öyküleri var.
Değerlendirmeler
Henüz değerlendirme yapılmadı.